
Her ruhun bir kaçış planı vardır…
/Kaçış planları ikiye ayrılır: Bisiklet ve diğerleri…/
Bisiklet her ne kadar çocukluğumdan beri hayatımın bir parçası olsa da hakkıyla ilgimi çekmesi ve hayatımdaki hak ettiği yeri bulması çok geç oldu. Daha doğrusu kendimi böyle bir haktan ve farkındalıktan mahrum bırakmışım. Bence hâlâ olması gerektiği kadar bisikletle vakit geçiremiyorum. Saatlerce süren yarışları neredeyse göz kırpmadan izlediğim günleri bu tanımlamanın dışında tutmalıyız tabi. Sözünü ettiğim kendi bisikletimle olduğum ve pedalladığım kısım için geçerli ne yazık ki. İçimdeki birçok şeyin bu denli karşılık bulacağını bilseydim büyük ihtimalle iş hayatım da bisikletin içinde olurdu. Hani sorarlar ya ‘Şimdiki işinizi yapmasaydınız hangi işi seçerdiniz?’ diye. Galiba tersten okuyup şöyle diyebilirim: Aslında şimdiki işimi yapabilmeyi, bisiklete dair bu hissimi zamanında keşfedemeyişime borçluyum. Yoksa şimdi çok çok sevsem de ne radyo ve televizyona ne de dublaja bu büyüklükte bir heves ve merak duyabilirdim. Hele biraz içine girip bisiklet türlerini ve modelleri, yarışları ve yarışçıları, tarihini ve günümüzdeki dinamiğini tanımaya başladığınızda kulaçlayabileceğiniz nehrin koca bir okyanusa açıldığını görüyorsunuz. Böyle bir durumda kim ister başka denizi.

Bu kendi aldığım ilk bisikletim. Scott Scale. Bir dağ bisikleti.
Rahmetli babam ben ilkokuldayken ilk iki tekerlekli bisikletimi almıştı. Hâlâ öyle mi bilmiyorum ama bizim o zamanlarda orada yaşayanlar olarak Mavi Köşe dediğimiz Hacıömerli köyünün taşlı, engebeli yollarında düşe kalka dengede kalabilmeyi o bisikletimde öğrenmiştim. Biraz büyüyüp artık bisikletim bana küçük gelmeye başlayınca (Petkim’de işçi olan babama, çocuk aklımla ne denli haksızlık ettiğimi fark etmeden) biraz pahalı bir şehir bisikleti aldırmıştım. Ama Hacıömerli’de sadece bir yıl kaldığımız ve ben daha ilkokul üçüncü sınıftayken lojmanlara taşındığımız için, bu bisikletin alındığı ortaokul yıllarımda, artık iyice aşina olduğum beton yollardaydım. Okuldan çıkar çıkmaz kendimizi sitenin muhteşem çimlerine attığımız, gün kararana kadar top peşinde kan ter içinde kaldığımız zamanlar dışında, arkadaşlarımla bisikletlerimize atlar, diğer sitelere, limana, hatta Aliağa’nın merkezine kadar sürerdik. Ahmet‘i (benden beş yaş küçük kardeşim) o kadar çok sever ve ayrı kaldığımda o kadar özlerdim ki bu sürüşlerde bisikletin arka selesinde (onun için fazlasıyla konforsuz da olsa) bu sürüşlere dahil ederdim. Bunlar benim için farkında olmadan bacaklarıma yüklediğim harika antrenman fırsatlarıydı. Bazen yarışırcasına hızlansak da zaman zaman merdivenlerden aşağı sürsek de elbette bisiklet bir gezi ve oyun aracıydı benim için…
Liseyi bitirdikten sonra Petkim’den ayrılınca fiziksel aktivite konusunda da fazlasıyla gevşeklik göstermeye başladım. Bilmiyorum belki de daha çok okuyabildiğim, geceleri gün ağarana kadar gökyüzünü gözlediğim, şiire, sinemaya daha çok yöneldiğim, radyoya başlayıp mikrofonla tanıştığım o yıllar; iç dünyama, hayata ve insana bakışımı derinleştirebilmek için gerekliydi sanırım. Dolayısıyla bunu bir hayıflanma olarak söylemiyorum ama yıllar sonra dublaj yapmak için İstanbul’a taşınınca yaptığım iş ruhuma da iyi gelen ve mutlulukla yaptığım bir iş de olsa hayatımda eksik parçalar sezinliyordum. Evet her ruhun bir kaçış planı olmalı. Bazen insan tırmanmakta olduğu dağdan şöyle bir geri çekilebilmeli ve dağın şeklini görebilmeli. Hayatın akışı içinde fark etmeden kaybettiğimiz, hareketi ve yönü ölçümleyebilme yetimizi, o akışın dışına çıkıp şöyle bir durup kenardan seyretmeli ve yeniden hatırlayabilmeliyiz. İşte yine böyle bir durup düşünme hâlindeyken beni o özlediğim çocukluğuma çağıran ve büyüdükçe bozulan ayarlarımı yeniden düzenleyebileceğim çıkış kapısının bisiklet olabileceği ihtimali doğdu içime. Yeniden rüzgarı yüzümde hissederek, herhangi bir gürültü olmadan, kendi hareketim dışında itici yapay bir güç olmadan yol almak… İşte yeterli olgunlukla ve doğru bir bilinçle aldığım kayda değer ilk bisikletim bu (yukarıdaki) oldu: Scott. Sektörün önde gelen prestijli markaları hangileridir diye üstünkörü araştırdığımda, bazı profesyonel sporcu ve takımların da tercih ettiği bu marka ilk anda dikkatimi çekince çok da derinleşmeden kararımı verdim. Bu markanın Scale modeli ise bir ormanın derinliklerine girebilmek, stabilize yollarda daha konforlu ilerleyebilmek için güzel bir seçimdi. Bike&Outdoor’dan bisikleti alıp çıktığımda sevincime diyecek yoktu…
Ama ben daha çok asfalttaydım. Bir şehir ya da yol bisikleti olmasa da (sürtünme, güç kaybı, ayna ve ruble çapı gibi unsurlar henüz önemsizdi) evet daha çok yollardaydım. Bisiklet kavramıyla her yönüyle tanışıp iyice içine girdikçe tamamlanmamış ve yerinde olmayan bazı parçaların varlığı gözünüze çarpmaya başlıyor. Birçok şeyde olduğu gibi başlangıçta önemsiz görünen ayrıntılar bir süre sonra görmezden gelemeyeceğiniz büyüklükte öneme sahip oluyor. Sonuçta yarım kalmaması gereken her hikayede olduğu gibi artık sonraki bölüme geçmeliydim:

Aslında ihtiyacım olan işte buydu. Bir yol bisikleti.
/Bisikletler ikiye ayrılır: Yol bisikletleri ve diğerleri…/
Tercihim yine Scott oldu. Bu kez yaklaşık 9 kg ağırlığında, gövdesi alüminyum olsa da en azından ön maşası karbon olan Speedster modelini almıştım. İlk sürüşümü hatırlıyorum da sanki gökyüzünde süzülüyordum. Bunu sadece ruhsal bir his olarak söylemiyorum; evet 700/23 ölçülerinde lastiklerle ilerlerken gerçek anlamda, fiziksel olarak da yerle temasınız nerdeyse yok gibi…
Stüdyolarda yoğun çalıştığım dönemlerdi. Dolayısıyla başka şeylere ayırdığım zamandan çalıp binişlerime yer açmalıydım. İstanbul’da en mantıklısı trafikten çalabileceğiniz zamandır. Öyleyse neden işe bisikletle gidip gelmeyeyim. Evim Başakşehir’de, çalıştığım dublaj stüdyoları Levent ya da Taksim civarında… Gidiş geliş günlük 60 km’ye yakın yol yapmak harikaydı. Arabamda oturacağım süre boyunca spor yapabiliyor, sadece bedenimi değil zihnimi de arındırıyor ve basit bir zorunluluğu müthiş bir keyfe dönüştürüyordum. Üstelik en küçük bir canlıya rahatsızlık vermeden, atmosfer kirliliği ve gürültü gibi olumsuzluklara minicik dahi olsa bir katkıda bulunmadan. Bu bir süre devam etti… Her ne kadar sırt çantamda en az birkaç yedek kıyafet bulundursam ve kolonyasından parfümüne tüm önlemleri alsam da stüdyolar havasız ve çok da büyük olmayan yerlerdi. Dünyada varlığını sürdüren hiçbir canlıya hatta taşa, toprağa, asfalta en küçük bir zarar vermeme hassasiyetinizi çalışma arkadaşlarınızdan nasıl esirgersiniz? Aldığınız bütün önlemlere rağmen gözünüzden kaçanlar olabilir. Biraz bu endişeyle biraz da trafikteki kural tanımazlık, saygısızlık ya da en hafif tabirle söyleyelim dikkatsizlik nedeniyle yaptığım şeyin cahil cesareti olduğunu hissetmeye başladım. Tem’de, E-5’te, Barbaros’ta bisiklet üzerinde ilerlemek /mutlak bir odaklanmayla da olsa/ açıkça canınızı ortaya koyduğunuz çılgınca bir oyuna dönüşmeye başladı. Sanırım bazı hassasiyetleri hayatım için de göstermeliydim. Nihayetinde güvenli zamanlarda ve güvenli yollarda pedallayıp keyfimi kaçırmadan hem sporumu hem gezilerimi yapabilirdim. Zaman zaman bazı gruplarla, zaman zaman yalnız olsam da Belgrad Ormanı, Polonezköy, Rumeli Feneri gibi bisikletçilerin bolca aşındırdığı güzergâhlarda sürmek benim için fazlasıyla güzeldi…
Neyse işte hikayede yeniden bir kısır döngü beliriyor gibi. Bazı şeyler başa mı dönüyordu ne? Evet evet her şey güzel ama mükemmel değil. Sanki hâlâ eksik parçalar var…

İşte o eksiği tamamlayan parça…
/Yol bisikletleri ikiye ayrılır: Specialized ve diğerleri…/
Yadsınamaz bir ilgiyle anıtsal yarışları ve büyük turları izlerken benim için ulaşılması hayâl olan bazı şeyler vardı. Bir kısmı hâlâ listede: Passo dello Stelvio’yu tırmanmak, Arenberg’in tam ortasından Paris-Roubaix’i izlemek… neyse işte (bisikletçiler anlar beni ama) birçok kişi için anlamsız olan ve içinde; karbon, aero, kom, kadans, peloton vs. gibi kelimelerin geçtiği tuhaf cümleler…
Hayal ettiklerimin bir kısmına ise ulaşabildim: Tom Boonen, Mark Cavendish gibi dünya bisiklet tarihine adını yazdırmış bazı sporcuları yakından görüp izleyebilmek, sürmeyi hayal ettiğim yollarda pedallayabilmek vs… ama en değerlisi kullandıkları bisikletlere eşdeğer bir karbon bisiklet sahibi olabilmek!
Aktif Pedal’a defalarca uğramış üzerinde Specialized logosu olan kaskından ayakkabısına, formasından çantasına ne varsa alabilmiş ama bu logoyu taşıyan bisikletlere sadece uzun uzun bakıp incelemekle yetinmiştim. Bir marka bağımlılığı diye düşünüp işi basitleştirerek de tanımlayabiliriz belki ama aslında bisiklette bu konuda yapacağınız seçim; belli bir tarzın, ilerleyeceğiniz yolun, temsil ettiği değerlerin, takımların ya da sporcuların, sevdiğiniz yarışların, bisiklet estetiğine bakışınızın ve yine ucundan kıyısından bu işe bulaşmış olanların bilebileceği başka nice inceliğin seçimi demek…
Elbette Pinarello, Cervêlo, Colnago, Canyon, Trek gibi mekaniğini ve geometrisini çok estetik bulduğum (çoğunluğun hemfikir olabileceği gibi) çok sevdiğim başka bisikletlerde var. Bir de elbette müthiş donanım ve aksesuarlar da: campagnolo, fi’zi:k, garmin gibi…
Her neyse işte, bir karbon bisikletim vardı artık. Üstelik öylesine değil tam da istediğim gibisinden. İlginçtir başlarda Tarmac modelini kafama taksam da zamanla bu Venge’e doğru evrildi. Daha doğrusu Venge (başından beri daha süperdi de) bana hep sıra dışı gelen, beni aşan sertliğe ve aerodinamiğe sahip olan bir modeldi. Sonra dedim ki neden olmasın!

İşte bisikletçilerin ‘new bike day’ dediği an. Bu ânı, sadece dublajda değil, bisiklette de yol arkadaşım olan Yavuz fotoğrafladı. Mutluluğumun bu fotoğrafa yansıyandan daha fazlası olduğunu tahmin edersiniz. ‘Evet Venge! Nihayet! Şükür kavuşturana!’
Sürmeye başladığım daha ilk saniyelerde kendimi Tour de France’da süren elit sporculardan biri gibi hissediyordum. Tamam canım, bana göre öyle bir his bu demek istiyorum. Küçük bir çocuğun oyuncak arabasıyla oynarkenki ciddiyetinden söz ediyorum. Yine de artık daha üst seviyede ve bambaşka bir farkındalıkla ilerliyordum. Bu düşündüğümden de büyük bir değişimdi.
Artık günlük bir sürüşüm 100km’yi aşmıyorsa onu sürüşten saymaya gerek yoktu. Yeni güzergâhlar, yeni donanım ve aksesuarlar, daha gelişmiş kişisel veriler, vs…
Daha da güzeli bütün bunları trafiğe kapalı yollarda yanınızda yalnızca başka bisikletliler varken ve gösterebileceğiniz en üst performansla bir yarışta ölçebilecek olmanız. İyi de bu nasıl mı oldu? Ekranlarda yarışları izlerken (diğer sunucuların da emeklerini göz ardı etmeden söylüyorum) özellikle 3 isim; Sarper Günsal, Caner Eler ve Berkem Ceylan, yarışı yorumlama ve okuma biçimleriyle, öngörüleriyle, yayın sırasında verdikleri bilgilerle bisikletin her alanına dair derinleşebilmemin önünü açıyorlardı. Gerçekten onların anlatımıyla yarış izlemek hem çok bilgilendirici hem çok keyifli… İşte Sarper Günsal ve Berkem Ceylan’ın da dahil olduğu (önceleri adı Veloslow iken beraber pedallama fırsatı da bulduğum) Velotürk adındaki oluşum bir ‘granfondo’ düzenleyeceğini duyurdu. Yani amatör her bisikletçinin belli kurallar dahilinde sembolik bir ücret ödeyerek kayıt yaptırabildiği ve nerdeyse gerçek yarış standartlarını deneyimleyebildiği bir organizasyon. Üstelik yarıştan elde edilen gelirle farklı şehirlerdeki birçok çocuğa bisiklet hediye edilecekti. Hem bir iyilik hareketi hem katılabileceğim bir yarış.
Türkiye’nin ilk Granfondo’su: Velotürk Kapadokya! Bunu kesinlikle kaçırmazdım.

Granfondolarda öncelikli amaç yarıştaki sıralamanızdan çok; o sıra dışı ânın keyfini sürmek, diğer bisikletçileri riske atmadan mümkün olduğunca düşük agresif bir seviye ile atak ya da manevralar yapmak, kendiniz ve başkaları için kaza, yaralanma, zarar-ziyan olmadan finişi görebilmektir. Kendi yaş kategorimde 12. sırada geçmişim bitiş çizgisini. Bu sonucu ne bekliyordum ne de umursuyordum. Belki hayatımda bir kez yakalayabileceğim bir fırsatı değerlendirebilmiş, müthiş bir coğrafyada yapabileceğim en güzel etkinliği tamama erdirebilmiştim. Unutulmaz güzellikte bir deneyim…
Böyle bir şeyin benzeri bir daha olur mu derken, granfondoların yenileri düzenleniyordu. Bir kez Bursa’dan İstanbul’a gerçekleşen ‘Marmara Granfondo’ daha sonra da artık gelenekselleşen ve her yıl sonbahar sonunda düzenlenen ‘Velotürk Granfondo Çeşme’ katıldıklarım arasında.

Tabi şehirdeki rutin rotanızın dışına çıkmak ya da uzun sürüşler yapmak için illa bir yarış ya da organizasyon düzenlenmesini beklemek zorunda değilsiniz. Öyleyse neden kendi şehirler arası sürüş planımı ayarlamayayım? Üstelik kim demiş yol bisikleti ile tura çıkılmaz diye? Yolun her bir metresini kendi bacaklarınızla katediyorsunuz ama bu yorgunluğun karşılığında da mis gibi rüzgarı yüzünüzde hissediyor, içinize çekiyorsunuz… İstanbul’dan İzmir’e…

Tabi hafif bir rüzgar ya da eğimi düşük iniş çıkışlar yolun keyfini renklendirse de yokuşun sertleşmesi ya da rüzgarın hızını arttırması /hele karşınızdan esiyorsa/ az da olsa tadınızı kaçırabiliyor. Ama yeni yerler görmenin, yolda olmanın, mola vermenin, etrafı koklamanın ve seyretmenin daha iyi bir biçimini hayal edemiyorum…

Aslında her işi tam da olması gereken donanım ve usulle yapmak şiarımdır. Eğer doğada olmak benim için çadırda kalmayı da içerseydi ya da gerçek anlamıyla bir tur yapsaydım eminim tüm aksesuar ve donanımıyla bir tur bisikleti toplar yola onunla çıkardım. Günde 40-50 km yol alır, kalan enerjimi çadır kurmaya, yiyecek bir şeyler hazırlamaya ve diğer yaşam gerekliliklerini tamamlamaya harcardım. Ama benim için bisikletle tura çıkmak demek, küçük molalar dışında sürekli pedallamak demek. Hatta biraz da performansımı zorlayıp geliştirmeye çalışarak, belli bir ortalama hızın altına düşmeden ve günde 100 km’yi aşan mesafeler kat etmek. Bu elbette gün sonuna hayli yorgun ulaşmakla sonuçlanıyor. Dolayısıyla benim tur planım; sadece gerekli malzemeyi mümkünse sele altındaki tek çantaya yerleştirerek, gün içinde varacağım yeri en azından yaklaşık olarak belirleyip, olabildiğince hızlı ilerlemekten ibaret. Ama dediğim gibi mutlaka geçtiğim yerlerin tadını kokusunu ıskalamadan… Hele yerleşim yerlerinin uzağındaysam dünyayı göğsüme çekercesine soluyarak… Tam da o anı ve akışı iliklerime kadar hissederek…

Ertesi gün de aynını yapabilmek için artık günün batmasıyla birlikte dinlenmeye geçmem gerekir. Bunun için çadır kurmak, beslenmek ve nisbeten konforsuz uyumak gibi gerçek turcuların rutini olan kısımlar beni aşıyor… Ben iyi bir akşam yemeği yemeli, duşumu almalı, güzel bir yatakta uyuyabilmeliyim. Tabi sabahına da ortalama bir kahvaltı… Bu yüzden daha günün başında 100 – 150 km ilerdeki (muhtemelen bir ilçede) konaklayacağım otele ya da pansiyona rezervasyonumu ayarlayıp o hedefe doğru pedallamaya başlarım.

Benim tur anlayışımın böyle olmasında doğada yaşam konusundaki tecrübesizliğim ve tembelliğim galiba en temel etken. Ama buna eklenecek başka nedenler yok mu? Yol yarışlarını uzun bir süredir ilgiyle takip ediyor olmam, yarışçıları izlerken fiziksel ve mental dayanıklılıklarına, yarışı okuma biçimlerine duyduğum öykünme, bisikletlerin geometrisinin bende uyandırdığı iflah olmaz estetik algısı ve bu arzu dolu ilginin bana şu an sahip olduğum bisikleti aldırması…
Sonuçta galiba seçtiğiniz bisiklet türüyle birlikte aslında gideceğiniz yolu ve o yolda ilerleme biçiminizi de seçmiş oluyorsunuz.
